WebNovels

Chapter 2 - 2.Bölüm-Yatsıya Kadar Yanan Mum

Derler ki, bir yalancı varmış; mumu yatsıya kadar yanarmış. Acaba benimki ne kadar yanacak? Ve ne zaman sonuca ulaşacak? Bilmiyorum... Tek bildiğim bir şey var: Ortadaki yalancı ben değilim, ben bir yalancı değilim, direkt aldatanım.

Gece, bedenimi sarmış bir kefen gibi; soğuk, ağır ve dayanılmaz. Gecenin koynunda, yıldızlar uzak bir mahkûmun gözyaşları gibi donuk donuk parlıyor. Ay ise başıboş bir hayalet misali, gökyüzünde asılı kalmış, sessizce şehrin üzerine bakıyordu. Şehir... o karanlık düşün kalbinde atar, nefes alır ama asla uyumazdı. Her köşe başı hapsolmuş hikayelerle doluydu, kırılmış umutlarla, yitirilmiş hayallerle. Fısıldayan rüzgar, ruhun en karanlık mahzenlerine kazınmış bir sır gibi...

Ve ben, Liya Tunç, o mahzende kendini arayan bir hayaletim; kelimelerim boğulmuş, duygularım ağır bir buz tabakası altında kırılgan.

Adımlarımın yankısı gecenin sessizliğinde çarpıyor, yalnızlığım her bir sessiz köşede büyüyordu. Duygularım, bir yılan gibi dolanıyor kalbimin etrafına, sıkıyor, boğuyordu beni. Mantığım ise çaresiz bir çocuk gibi direnmeye çalışıyordu; ama kalbimin o sonsuz uçurumuna düşmekten kendini alıkoyamıyordu. Bu düşüş, benim trajedimdi; kaçınılmaz, acı verici ve bir o kadar gerçek.

İçimde, karanlığın içinde saklanmış küçücük bir kız vardı; sessiz, kırgın ama vazgeçmeyen. Hayatın acımasızlığını anlamaya çalışan, sessizce savaşan bir yürek o. Her yalan, her ihanet, her zorunluluk onu biraz daha eritiyordu; ama yine de soluk soluğa hayata tutunuyordu.Bundan nefret ediyordum.

Ve ben, Liya Tunç, o çocuğun gölgesinde yürürken, bu karanlık şehirde var olmaya çalışıyorum. Sanki her adımda biraz daha yok oluyorum; ama yok olmak yerine, bu yokluğun içinde bir direniş yeşertiyorum.

Karanlığın içine çekildikçe, gördüğüm sadece boşluk değil; aynı zamanda kendi ruhumun derinliklerinde yankılanan sessiz çığlıklar. Bu sessizlik, benim en kuvvetli silahım ve en korkunç hapishanem. Dışarıdaki gürültüden uzak, kendi zihnimin labirentlerinde kaybolmuşum.

Bu hikâye, bir teslimiyet değil; ağır bir yükün altında kıvrılan ruhun, karanlığa meydan okuyan narin bir çiçek gibi açışının öyküsü. Karanlık ve ışık arasında sıkışmış, ama hiç pes etmeyen bir yüreğin fısıltısı…

Ve o yürek, hâlâ atıyor. Atmaya devam ediyor.

---

O gece, İsa'dan gelen o boktan mesajı düşünürken tüm gecem berbat geçti. Ne istiyordu ki? Yine ne istiyordu? Bir güzelce uykumuzu çekemeyecek miydik?

Bir mum yaktım, biraz rahatlamak için. Mumun sarı titrek ışığı odada dans ederken, içimdeki huzursuzluğu anlatmaya kelimeler yetmezdi.

Her neyse, düşünmemeye çalıştım ve olmayan uykuma odaklanıp uyumayı denedim. Sabah dersim vardı, erkenden kalkmam gerekiyordu.

Yine de kendime söz geçiremediğimde elime kitabımı alıp okumaya başladım. Nazlı uyuyordu, nihayet kahvemi yapma fırsatım olmuştu. Çünkü uyanık olduğunda kahve içmeme izin vermiyordu. Kitabımı huzurla okuyup kahvemi içtikten sonra uyudum.

Sabahın ilk ışıkları penceremden süzülürken, Nazlı'nın hazırladığı kahvaltının o eşsiz kokuları burnumu dolduruyordu. Bu kız işini biliyordu, yemek yapmasına hayrandım.

Gizlice yanına gidip onu sardım, ardından yanağından öptüm. Hiçbir şey söylemeden... Bu onu mutlu etmiş gibiydi. Sebepsiz yere öpmemden hoşlanıyordu. Bazen sanki o benim annemmiş ve ben onun cadaloz kızıymışım gibi hissediyordum. Bu annesel davranışlarını seviyordum; çünkü hayatımdaki en büyük eksik alanlardan birini doldurmaya çalıştığını fark ediyordum.

Nazlı'nın ailesi ona çok değer veriyordu; ama bana karşı tam tersi bir nefret besliyorlardı. Beni, hayatından biri olarak değil, yoldan çıkaran bir tehlike olarak görüyorlardı. Biricik, el bebek, gül bebek büyüttükleri kızlarına zarar vereceğimi düşünüyorlardı. Ama ben onu canımdan çok seviyordum. O, bu dünyadaki tek sevdiğim insandı. Benim Nazlımdı.

Nazlı birden beni dürtüp sandalyesini bana yaklastirdi üzüntü ve sinirle konuşmaya başladı

"Dün sana Mert falan dedim kanka, ama sanırım ayrılmamışlar. Aşırı moralim bozuldu. Kesin senin nazarın değdi, ya laf ettin o kadar çocuğa. Tabii ki bozulacaklar, kem gözlüsün kızım sen kem göz. Öpmelerinin altında bir sebep olduğunu biliyordum, yoksa büyü mü yaptın lan? Söyle, korkutma beni."

Bu bitmek bilmeyen cümleyi şaşkınlıkla ve sinirle karşıladım sandalyemi ona biraz daha yaklastirdim ciddi gorunmek icin ve

"Ya kızım, sen süzme salak mısın? Kılımı bile kıpırdatmam o beyinsiz için. Şimdi sus ve kahvaltımızı yapalım."dedlm.

Nazlı bozulmuştu ama sandalyesini korkmus gibi benden uzaklastirip hevesle devam etti

"Ya aşkım, canım, arkadaşım benim, ben sana ne diyeceğim ya? Boşver sen Merti. Akşam dışarı mı çıksak? Gezeriz, tozarız, içeriz, güzel olmaz mı?"

Tam onaylayacaktım ki, aklıma İsa'nın işi geldi ve ışık hızında reddettim

"Olmaz, benim akşam işim var."

"Ya kızım, ne işi ya? İş falan yok, yalan atıyorsun."

Ona yalan söylediğim için içim buruktu, ama yapacak bir şey yoktu.

"Bitanecim, canım benim, işim var diyorsam işim var."

"Ne işiymiş? Söyle o zaman."

"İsa'yı biliyorsun ya, kargocu, bana paket falan dağıttırıyor, o çağırdı işte."

Üstü kapalı anlatmıştım. İsa bir nevi kargocuydu bence. Kaçak malları teslim alıyordu, yurt dışından. Bana da büyüyene kadar dağıttırmıştı. Yani yalan söylemiş olmadım. Sonuçta ortada büyük ihtimalle bir paket vardı. En fazla ne olabilirdi ki?

Nazlı sinirlenmisti ve huysuzlanarak ayagi kalkti

"Tamam, anladık İsa'yı, ama bir türlü şu paketlerin ne paketi olduğunu anlayamadık."

"Ya Nazlı, işte bildiğin paket yani, müşteri ne istiyorsa, spesifik bir şey yok ortada."

Evet, haklıydım; spesifik bir şey yoktu.

Nazlı ile konuşmalarımız böyle devam ederken hazırlanıp çıkmam gerekiyordu. Derse yetişmem lazımdı ve o kahrolası toplu taşımayı yine kullanacaktım. Binlerce suratın yanından geçiyordum; gün içinde kimlerde ne hikâyeler vardı, bu beni cidden ürpertiyor, korkutuyordu.

Yüzler geçer, hikâyeler susar,

Gölgeler altında hayatlar dolar…

Okula geldiğimde sınıfıma doğru ilerliyordum ki, koluma tutunan bir el beni durdurdu.

Ateş…

Aptalın teki.

Beyinsiz.

Salak herif.

Bir kez İsa aracılığıyla paket taşıdığım bir elemandı ve o günden beri beni bırakmamıştı. Beni beğendiğini söylüyordu. Kaç kez tipim olmadığını söyledim ama aptal çocuk anlamıyordu.İlla beni rahatsız edecekti.

"Kızım, bak, bu sefer şu date'i yapalım, nolur ya? Bir senedir peşinden koşturuyorsun, Nazlanma işte."

"Koşma o zaman."

"Kızım, bir kez ya, bir kez."

"Git şuradan ya, çarpacağım bir elimin tersiyle, göreceksin o zaman date i falan."dedim sinirle ve onu ittirdim

ondan uzaklaşarak sınıfıma girdim. Cidden aptal biriydi.

Sınıfa girdigimde Eylül'ü gördüm.Yine her zaman ki gibi telefonuna bakiyordu.

Eylül, okuldan en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Nazlı kadar olmasa da iyiydi, zararsız, sevecendi, notlarını paylaşıyordu.Bunlar benim için geçerli sebeplerdi

Yanına oturup:

"Ne var ne yok?" dedim.

O da gozlerini baktigi telefonundan cekti ve ses vermeme sevinmis gibi yapip:

"İyidir, bebişim, senden?" dedi.

Niye ses vermeme seviniyor ki?Ve evet ben bunu nerden mi anladım?Çünkü kızın mutluluktan 4 köşe olmadığı kalmıştı.Ben o kadar yabani miyim? İçimden geçirdim, ama söylemedim.Eğer bu kadar yabaniysem insanlar neden benimle konuşuyordu?

Oturdugumuz sandalyede biraz daha yanima yaklaşıp heyecanlı bir ses tonuyla

"Bu akşam Efe'nin doğum günü var, geliyorsun değil mi?"

"Kahrolası doğum günleri, o kadar nefret ediyorum ki, kutlamayacağım tek şey falan kendisi."

Yanlışlıkla dışımdan söylemiştim bu kahrolasi cümleyi.İnsanlara kendimi anlatacak şeyleri ağzımdan kaçırmaktan nefret ediyordum ve travması vardı.Hoşlanmıyordum doğum günlerinden ve hoşlanmayacaktım da.

Az önceki cümleme şaşırmış olmalı ki bir şey demedi ve ben hemen durumu toplayıp

"Yok hayatım, benim işim var, size iyi eğlenceler," diyerek önüme döndüm ve dersin başlamasını bekledim.

Sonunda günü ortalamıştık saat 12:30 olmustu ve okuldan çıkmıştım. Öğle arasında bir şeyler yemek için Deniz, Eylül, Nazlı ve ben toplandık. Deniz, Eylül'ün arkadaşıydı ve ben de Nazlı'yla zaten yapışık ikiz gibiydik. Derslerimiz farklı olduğu için bazen ayrıydık ama bazenleri gece evde uyurken, ailesinden zar zor izin alıp yanıma kalmaya geliyordu, tıpkı dün gece olduğu gibi.

Deniz telefonuna bakıyordu ve aşırı mutluydu. Nazlı hemen fark edip ona sırnaştı ve yanına yaklastiginda

"Ooo, bizimki yine bir işlerin peşinde, hayırlı uğurlu olsun."dedi.

"Ya ne işi, ya saçmalamayın, Sercan'dan sonra ilişkiye, flörte tövbeliyim ben kızlar, siz kendinize bakın."

Eylül birden şaşırmış şekilde ellerini agzina goturdu

"Ya kızım, daha dün date'deydin, yalan söyleme bari."

"Ufacık pembe yalanlardan bir şey olmaz, şekerim. Hem yargılayıp duruyorsunuz zaten, anlatsam ne olacak?"

Nazlı yürürken sinirle ona döndü ve Eylülün kolundan tutup onu kendine cevirdi ve

"Ya çünkü yargılanacak şeyler, Sercan seni 10 kez aldattı, 10 kez affettin. Bu ne, yargılanacak bir şey değil mi bu? Ve hala onu düşünüyorsun, yoksa kimse senin date'e çıkmana bir şey demez."diye söylendi

Ben hemen lafa atladım çünkü cümlelerimi ağzımda tutamıyordum.

"Ya konuşana bak Mert diye kafamın etini yiyor, şimdi dediği şeye bak. Asıl seni yargılamamız lazım ya. Kızları oyun haline getirip aldatan iki aptaldan hoşlanıyorsunuz kendinize gelin." diye huysuzlandım.

Ve sanırım cidden huysuz birisiydim.Ama ne yapayım katlanamıyordum böyle şeylere.

Yemeğimizi yedik. Pahalı bir yer değildi, bir büfeydi ama karnımızı doyurduysak yeterdi. Onlarla sarılıp ayrıldıktan sonra otobüse bindim yine berbat geçen yolculuğumdan sonra nihayet evime geldim.

Evim.

Benim evim.

Hoş geldim evim.

"Nasılsınız bugün?" diye içeri girdim. Eşyalardan ses yoktu her zaman ki gibi ama sanki buzdolabı biraz ses çıkarıyordu, ya da bozuk olmasının sesi gibiydi. Hangisini kabul ederseniz edin, ben birincisini kabul ediyorum.

Soğuk fayanslardan adımlarımı attım. Çoraplarım olmasına rağmen üşüyordum çünkü halı denen şey evimde yoktu, yerler buz gibiydi. Doğalgaz faturasını ödeyememiştim, geçen ayın borcu yeni bitmişti ve kahrolası İsa

"Paranı vericem," deyip duruyordu. O, ölümüne çalıştığım bok gibi geçen 9 günün parasını ne düzgün alabiliyordum ne de bir baltaya sap olabiliyordum.

---

Şimdi ise yine onunla buluşmam gerekiyordu.

Kafayı yiyecektim, elinde sonunda yiyecektim ve uykusuzluktan bir sokak köşesine sıvılıp kalacaktım. Tüm bu ihtimallere rağmen, siyah pantolonumu, siyah kazağımı ve siyah montumu giyip, saçlarımı açık bırakıp evden çıktım. Makyaj yapmamıştım çünkü zaten bok gibi bir yere gidiyordum, ne gerek vardı?

Bu sefer toplu taşımayı kullanmayacaktım çünkü evden dışarı çıktığım an kapımda beliren lüks Mercedes araba beni alıyordu. İçeride tanıdık bir şoför ve bana el sallayan Cuma Abi vardı.

Cuma Abi, getir götür işlerinin ehliydi. İsa en çok ona güveniyordu. Çocuklarını okutuyordu ve bu işi istemese de yapmak zorundaydı. Bana hep sevecen davranırdı çünkü çocukluğumdan beri tanırdı beni; çocukları gibi görürdü. Ama İsa'yı bu rahatsız ediyordu. Çünkü o bir manyaktı, benim yalnız olmamdan hoşlanıyordu; belki de haklıydı, yalnız olmam gerekiyordu. En çok da çevremdekilerden nefret ediyordu, arkadaşlarımdan, tanıdıklarımdan, herkesten. Ne yapsam da öğrenmesine engel olamıyordum.

---

Arabaya bindim ve Cuma Abi hemen selam verdi. Arabanın ön koltuğunda oturuyordu ve sürücü koltuğunda ise sadece 19 yaşında olan Serhat vardı. O da bu işlere burnunu sokmak zorunda kalmıştı.

Cuma Abi arkasına dönerek

"Dersler nasıl geçiyor kızım?" dedi.

Ben ilgilenmesinden duyduğum memnuniyeti gizleyemedim

"N'olmuş, işte çalışıyorum ağabey, bir şeyler yapmaya çalışıyorum," dedim.

Ufak bir ilgi kırıntısından o kadar hoşnut oluyordum ki küçük bir kız çocuğuna dönüyordum. Halbuki şu 21 yaşımda, içimdeki küçük kız çocuğu çoktan ufalanarak elenmişti.

---

Sonunda gelmiştik.

Soğuk, zifiri karanlık, küf kokan depoya.

İsa ayakta bekliyordu.

Beni görünce bana doğru sabırsızca yürüdü ve sesi yankılandığında

"Kızım, zengin olacaksın, bu sefer turnayı gözünden vurdun," dedi.

Ne turnası, ne zengini,demeyecektim çünkü her seferinde aynı şeyi diyordu. Ama ortada bir şey olduğu yoktu.

"Ne oldu yine, söyle artık, bu pis yerde daha fazla kalmak istemiyorum," dedim, sanki evim çok temizmiş gibi.

Bana biraz daha yaklaşıp"Kızım, Parskan ailesi, bulduk lan bu sefer, ulaştık onlara, bulduk ulan, bulduk.

Yeni hedefin bu küçük atmaca. 9 günde hallediyorsun ve paraları alıyorsun." diye devam etti.

Sinirle ona döndüğümde olduğu taraftan geri adim attim ve ses tonum kararmıştı

"Ya iyi misin, daha bugün ayın 11'i, 2 gün önce iş zaten yeni bitti. Şimdi ne işi? Biz bu işe ayın 1'leri başlıyoruz, ayın 11'i değil, aptal herif."

Üzerine yürüyüp "Yapmayacağım bir şey," dedim ve sinirlenmişti bana daha çok yaklaşıp bir şekilde beni sarstı:

"Mecbursun buna, orospu, biliyorsun değil mi? Mecbursun bana, mecbursun. O yüzden kapa çeneni ve sus, otur oturduğum yerde."

Duyduğum lafı kaldıramadım ve sendelendiğim durumdan hemen kurtulup üzerine yürüdüm.Bir tokat attım. Sendelemişti. Canıma değsin, orospu çocuğu kendisini ne sanıyordu?

Ama biraz düşünmüştüm ve yapmak mecburiyetinde olduğumu fark ettim.Çünkü param yoktu.Fakirdim.Zavallıydım.Ve istemeyerekte olsa kabullenmiştim bazı şeylere zorunda olduğumu.

Onu iterek ve sinirden gözü dönmüş bir halde:

"Yapacağım ama sana mecbur olduğumdan değil, yapacağım ama sana borcumdan dolayı değil, yapacağım ama onun için yapacağım, biliyorsun."

Her ne kadar böyle desem de, içimdeki küçük kız çocuğu hâlâ İsa'ya büyük bir minnet duyuyordu.

Ve evet,

ben bir dolandırıcıydım.

Zengin aileleri avlayıp, ağına düşüren oğullarının boynuna bıçak çekiveren bir kadındım. Dokuz günde halletmem lazımdı işimi. Dokuzuncu gün bittiğinde hâlâ iş bitmemişse biz biterdik, çete biterdi, paketler, teslimatlar, mallar biterdi. Bu yüzden hep diken üstündeydim. On sekiz yaşımdan beri yapıyordum bunu. Bu işte para kazanmanın tek yolu buydu ve yine her zamanki gibi kabul ettim. Çünkü başka şansım yoktu.

Ben, Liya Tunç; nefret ettiğim şeyleri yapmaya zorlanan, mantığını sürekli zorlayan ama kalbine her zaman yenik düşen, içindeki küçük kızı büyütmeye çalışan bir kadındım.

Ve yine kabul ettim.

Neden mi? Çünkü başka şansım yoktu.

İçimde kırılmış bir kız çocuğu hâlâ vardı.

Zincirlenmiş, susturulmuş, unutturulmuş, baskılanmış.

Mantığımın soğuk duvarları arasında

Kalbim kanıyordu; sessizce, derinlere gömülü, kan ağlıyordu.

Ben yalancı değilim.

Sadece yalanların içinde boğulan bir ruh parçasıyım.

Dışarıda dünya dönüyor,

Gürültülü, acımasız ve kör.

Ben ise bir gölge gibi,

Kimsesizliğin en derin kuyusunda dünyaya kör.

İhanetin soğuk nefesi boynumda,

Ama teslim olmuyorum.

Çünkü yıkıldığım her an,

Yerin altındaki ölüm soğukluğunda bile

Bir parça direniş yeşeriyor.

Şimdi anladım ki;

Karanlık, aydınlığa açılan bir kapı değil,

Ama kapandığında arkanda bıraktığın tüm umutlar da değil.

Asla olmayacak.

Bu, sadece var olmanın en çıplak, en acı hali.

Ve ben, Liya Tunç,

Yenilmiş, kırılmış, parçalanmış bir kadın;

Ama yine de hâlâ buradayım.

Yalnızca hayatta kalmak için değil,

Kendi içimde kaybolmuşluğun şairi olmak için.

Ve bu karanlık,

Beni içine çekmeden önce,

Bir kez daha nefes alacağım,

Ve suskunluğun içinde haykıracağım;

Var olduğumu, yenilsem de, hâlâ savaştığımı.

Bu karanlık sokaklarda, bu soğuk depoda,

Benim için dünya ne kadar da yabancı, ne kadar da acımasızdı.

Ama yine de yüreğimde,

Bir kıvılcım vardı.

O kıvılcım, direnişin ve umudun son yansımasıydı.

Her nefeste biraz daha güç topluyordum.

İçimdeki küçük kız,

Karanlığa meydan okuyordu.

Ve ben, o küçük kızla birlikte,

Yine de yaşamayı seçiyordum.

Çünkü biliyordum;

Hayat, acının ve ihanetin içinde bile,

Bir umut ışığı saklıydı.

Ve ben, o ışığı bulmak için

Karanlıkta yürümeye devam edecektim.

More Chapters