Her tarafım yara içinde. Bir gözüm artık yok; görüşüm kararıp açılıyor. Ayakta durmaya çalışıyorum ama dizlerim titriyor.
Alevler yavaşça sönüyor… ve o an, içlerinden elmas gibi parlayan üç metre boyunda bir iskelet çıkıyor. Kusursuz. Soğuk. İmkânsız.
Boş göz çukurları doğrudan bana bakıyor.
Bu da ne lan…?
Tepki veremeden, iskelet elini boynuna kaldırıyor. Parmaklarını yavaş, kesin ve istikrarlı bir şekilde boynunun üzerinde gezdiriyor.
Sanki üzerindeki eti hatırlıyormuş… ya da bir yer arıyormuş gibi.
Tuhaf bir sakinlikle.
Sonra — parmakları bir noktada duruyor.
Ve o anda boğazım yırtılıyor.
Sıcak kan göğsüme fışkırıyor. Dizlerim boşalıyor. Beynimin içi buz kesiyor.
Bu metadünyada insanlar için acı hiç yaratılmadı.
Acı yoktu burada.
Hiç.
Ama şimdi… yanıyorum.
Gerçekten yanıyorum.
Yıllardır oyunda olmanın unutturduğu o his,boğazımdan içime saplanıyor.
Bir Adem gördüğüme inanamıyorum…Gerçekmiş.
Oyuncuları korkutmak için uydurulmuş bir hikâye sanmıştım.
Ama hayır…Oyun'un en karanlık köşelerinde gerçek umutsuzluğu, gerçek acıyı yaşattığı—
—gerçekmiş.
Ama bu his… dayanılmaz.
Gerçek.
Acı çekiyorum.
Şimdi ölmemeliyim.
Mabette dirilme bedeli akıl almaz; ne satsak yetmez.
Bu oyunun kölesi nasıl oldum?
Ah evet… her şey onun içindi.
Gerçek dünyayı bile bırakmıştım.
Soğuk.
İlk hissettiğim şey bu.
Metal masanın çıplak yüzeyinden bile yükselen bir soğukluk var.
Dar odada yalnızca iki sandalye… ve ben.
Sol kolumdaki tıbbi bant hâlâ yapış yapış.
Çocuğumun üzerinden zehri temizlemeye çalışırken sağlık ekibinin aceleyle yapıştırdığı bandın kenarları terden kabarmış.
Kapı açılıyor.
Başımı kaldırmadan yalnızca sesleri duyuyorum.
Komiser Tavel Miron'un ağır adımları…
ve peşindeki Dedektif Anka Solven'in daha hızlı, daha keskin ritmi.
Masaya bırakılan kalın dosya metal yüzeyde yankılanıyor.
— Rene Obruks… zor bir gece geçirdiniz. Bunun farkındayız.
Zor mu?
Zor kelimesi yaşadığımın yanından bile geçemez.
Boğazımdaki düğümü yutmaya çalışıyorum.
— Çocuğumu… kurtardılar mı?
Sesim neredeyse çıkmıyor.
Solven yanıtlıyor, soğuk ve kontrollü:
— Yoğun bakımda. Doktorlar durumu stabil tutmaya çalışıyor.
O an odanın sessizliği içime çöküyor.
Bir dünya ağırlığında.
Miron dosyayı açıyor.
Sayfaların hışırtısı bile suçlama gibi.
Komşu ifadeleri…
tartışma tutanakları…
fotoğraflar…
Her şey orada.
Benden kaçmıyorlar, kaçamazlar.
— Komşularınız birkaç gün önce eşinizle sert bir tartışma yaşadığınızı söylemiş.
— DNA testi talebi… çocuğun sizden olmadığına dair şüphe… doğru mu?
Yanağım istemsizce seğiriyor.
— Bunların olayla hiçbir ilgisi yok. Sadece… kafam karışıktı. Test yapılmadı bile!
Solven hiç gecikmiyor:
— Yapılmamış olması şüpheyi azaltmıyor, Rene.
Eşinize sürekli "benden bir şey gizliyorsun" demişsiniz.
Yumruklarım masanın altında kapanıyor.
Onların gözünde artık her şey motive edici delil.
Solven küçük plastik poşeti masaya bırakıyor.
İçindeki renksiz toz taneleri ışığın altında neredeyse parlıyor.
— Bu madde, eşinizin ve çocuğunuzun içtiği meyve suyunda bulundu.
Aynı toz mutfak tezgâhının köşesinde de tespit edildi…
ve o bölgede sizin parmak izleriniz var.
Dudaklarım kuruyor.
— Ben… dün gece su ısıtıcısını tamir ediyordum. Oradaydım, evet.
Ama bu tozun ne olduğunu bilmiyorum!
Miron'un sesi keskinleşiyor:
— Mutfakta zehir bulunması tesadüf mü?
Eşinizi zehirlemek istediniz.
Ancak içen çocuk olmuş.
İçimde bir şey kırılıyor.
Masaya yumruğum iniyor.
— HAYIR! Ben yapmadım!
Ama sesim bile…
masumiyetim kadar zavallı ve yalnız.
Kapı kapanınca odadaki hava daha da ağırlaşıyor.
Onlar koridora geçiyor, ben yalnız kalıyorum.
Ama duvarlar ince; seslerini duyabiliyorum.
Solven:
— Adamda aşırı sınıflandırma bozukluğu varmış. Tıbbi raporlarında yazıyor.
Panikleyip iz saklamaya çalışmış olabilir.
İçimden bir şey kopuyor.
Hastalığım yine suç gibi önüme konuyor.
Miron:
— Ya da gerçekten masum. Bu kadar acemi iz bırakmak fazla amatörce.
Solven yine bastırıyor:
— Ama motivasyon çok güçlü.
Komşular "bu çocuk benim değil" diye bağırdığını söylediler.
Savcı olsam tutuklama isterdim.
Ayak sesleri uzaklaşırken odadaki sessizlik kulaklarımı uğuldattı.
Zaman akmıyor.
Hava bile değişmiyor.
Boğazımdaki düğüm büyüyor.
Masanın kenarına tutunup fısıldıyorum…
aslında kimseye değil, sadece kendime:
"Çocuğuma… aile gitmeli.
Ben burada bekleyemem.
Eğer şimdi çıkmazsam… yetişemem.
O kapının ardında daha ne kadar yalnız kalabilir ki?
Tanrım… ne olur… daha fazla zamanımız olsun."
