7. Bölüm — Yeni Harita
Soğuk, gri bir şafak gökyüzünü örterken, taşıyıcı gözlerini hafifçe araladı. Göğsünde hâlâ sızlayan bir acı vardı. Kız ise birkaç metre ötede, bir kayanın dibinde sessizce yatıyordu; hayattaydı, ama baygındı. Son kaza her ikisini de derinden sarsmıştı, ama Gölgemühür taşıyıcıyı korumuştu. Her zamanki gibi… sadece onu yaşatacak kadar.
Gözlerini kapattığında artık uyuyamıyordu. Her gözlerini yumduğunda, o yanık sesle yankılanan fısıltılar kulaklarına doluyordu:
"Harita nerede... Görev bekliyor... Daha fazlası lazım..."
Ama görevler, taşıyıcıya doğrudan verilmiyordu. Hayır. Gölgemühür, görevleri her zaman cehennemdeki o karanlık mabette bildiriyordu. Fakat artık bir fark vardı. Yeni bir sınır, yeni bir kural belirirmişti. Haritayı görmek için yalnızca cehenneme gitmek yetmiyordu. Taşıyıcının ruhu yeterince karanlığa çekilmeden yeni yol görünmüyordu.
İlk başta dua etmeyi denedi. Ardından meditasyona geçti. Ama hiçbir şey olmadı. Göğsünün içinde boş bir taş gibi bir soğukluk vardı. Yalnızca sessizlik.
Ve ardından… o boğuk ses yine yankılandı:
"Yalnızca acı, yalnızca gerçek acı... yeni yolun kapısını aralayabilir."
Taşıyıcının gözleri bir anda açıldı. Derin bir nefes aldı. Bıçak, sırt çantasının içinde, küçük deri kılıfında sessizce yatıyordu. Kız hâlâ baygındı. Maske ise derisinin altında gizlenmişti görünmüyordu, ama oradaydı. Nabzı gibi atıyordu.
Yavaşça bıçağı çıkardı.
Kendi göğsüne, kalbinin birkaç santim sağına bastırdı. Ellerinde titreme yoktu; kararlılıkla, sessizlikle, kılıcı derisine gömdü.
Kan fışkırdı.
Ağzından boğuk bir inleme çıktı ama bağırmadı. Acı, buz gibi bir nehir gibi damarlarından aktı. Ve işte o an… göz bebeklerinin önünde, boş havada karalanmış gibi görünen bir harita belirdi. Hiçbir yerde yoktu ama gözlerinin içindeydi. Cehennemden gelen bir yansıma gibi, taşıyıcının zihninde bir labirent açıldı. Yeni görev oradaydı. Yeni hedef. Yeni günah.
Soluk soluğa yere çöktü. Bıçağı kenara attı. Kan sızıyor, toprağa işliyordu. Ama maskenin içinden bir fısıltı geldi bu kez:
"Bunu yapabilmen… seni diğerlerinden ayıran şey."
Yerdeki taşa başını yasladı. Gökyüzü hâlâ griydi ama içinde bir karanlık daha da koyulaşmıştı. Kız uyanmak üzereydi. Görev yola çıkıyordu. O artık nereye gideceğini biliyordu.
Ama nasıl döneceğini bilmiyordu.
8. Bölüm – Tarikatın Gölgesi
Sisli bir sabah…
Gökyüzü kurşuni renkte, sessizliğin içinde ağır bir bekleyiş hüküm sürüyor. Arabanın içinde, taşıyıcı direksiyona yaslanmış durumda, gözleri puslu camdan uzaklara dalmış. Yan koltukta, işaretli kız sessizce uyuyor. Yüzünde hâlâ kazanın izleri var. Ama nefes alışverişi düzenli, hayatta.
Taşıyıcı, gözlerini kısarak aşağıdaki vadide kurulu askeri üssü izliyor.
Bir dağın yamacına gizlenmiş, çevresi tel örgüler ve nöbetçi kuleleriyle çevrilmiş bu üs, dışarıdan sıradan bir askeri yapı gibi görünse de… taşıyıcının zihnindeki görev, burasının karanlık bir merkezin kalbi olduğunu söylüyor.
İçinde bastırılması zor bir gerilim var.
Maskeyi takmadan önce böyle şeyleri hissetmezdi. Ama şimdi, sanki her şeyin gölgesi gözlerinin içine düşüyor.
Arabanın kapısını hafifçe aralıyor. Sert dağ havası yüzüne çarpıyor.
Bir an durup gözlerini kapatıyor. İçindeki ilk ruhun fısıltısı gibi bir ses duyuluyor:
"O burada… Tarikatın içindeki çürümüş damar… Onu kopar."
Taşıyıcı gözlerini açıyor. Kararlılık, artık alışkanlığa dönüşmüş.
Üssü Gözlem
Saatlerce hareket etmeden bekliyorlar.
Kız uyanıyor, hafifçe başını taşıyıcıya çeviriyor.
Ona bir şey sormak istiyor ama yüzündeki ifade, kelimeleri yutuyor.
Taşıyıcı sessizce parmağıyla aşağıyı işaret ediyor.
"Bak" der gibi…
Üste bir hareketlilik var. Zırhlı araçlar, üniformalı adamlar, kontrol noktaları…
Ama dikkatli bakıldığında, bazılarının üniformalarının gerçek askerlere ait olmadığı fark ediliyor.
Yamaçtaki kulübelerde bir şeyler indiriliyor. Sandıklar, siyah çantalar…
Bir tanesi açıldığında kız gözlerini kısmış halde fısıldıyor:
"Silah…"
Taşıyıcı başını sallar. Sadece silah değil… bazı kutular farklı.
Üzerlerinde tıbbi işaretler var. Ama içerikleri başka bir şey söylüyor.
Uyuşturucu, genetik maddeler, deneysel enjektörler…
Ve sonra…
Bir adam ortaya çıkıyor.
Sert yüzlü, düzgün tıraşlı, gözlerinde emir veren o tipik soğukluk.
Üniformasında rütbe işaretleri var, ama taşıyıcı onun bir asker olmadığını biliyor.
Bu adam, tarikatın altı liderinden biri.
Ve şimdi, onun zamanı.
Plan mı, İçgüdü mü?
Gözlerini adamdan ayıramayan taşıyıcı, bir şeyin yanlış olduğunu hissediyor.
Bu adam sıradan bir hedef değil.
Çevresindeki herkes onu koruyor, her hareketi analiz ediliyor.
Yani… içeri girmek, sadece güçle olmayacak.
Bir iz, bir panik, bir tuzak yaratması gerek.
Kız endişeyle taşıyıcıya bakıyor:
"Tek başına yapamazsın."
Taşıyıcı ona dönüyor.
Gözlerinde ilk defa bir kırılganlık var… ama sadece bir an.
"Zaten tek değilim," diyor.
"Artık içimde on iki ruh var. Onların fısıltısıyla yürüyorum."
Görevin Gölgesi
Gece çökerken, taşıyıcı arabanın bagajını açıyor.
İçinden eski bir silah çıkarıyor. Ateşli silah değil. Bir baltaya benzer, kadim görünümlü bir alet.
Bir ritüel silahı gibi…
Kız şaşkınlıkla bakıyor.
"O da mı cehennemden?"
Taşıyıcı cevaplamıyor.
Sadece başını sallar. Baltayı kavrarken, maskesinin etkisi yüzünde beliriyor.
Gözleri kararır, teni soluklaşır, damarları belirginleşir.
Artık hazır.
Taşıyıcı, geceye karışıyor.
Üssün çevresindeki ormanlık bölgeye adım attığında, etrafındaki sessizlik ona tanıdık geliyor.
Gölgeler dostudur artık.
Ve bu gece…
Bir lider ölecek.
Bir ruh mühürlenecek.
Ve Gölgemühür, bir adım daha yaklaşacak.
Şeytan gülümsüyor.